Ekonomik göstergeler ne söylerse söylesin, sokaktaki vatandaşın cebindeki para gerçeği her şeyin özeti gibidir. Market arabası dolmadan tükenen maaş, ardı ardına gelen zamlar, eriyen alım gücü… Devletin topladığı her kuruşun vatandaşa hangi yoldan geri döndüğü artık her zamankinden daha fazla sorgulanıyor.
Bugün ülkenin gelir kaynaklarına bakıldığında, bütçe açıklarını kapatma uğruna emekliye, çiftçiye, üreticiye ve yatırımcıya dönmeyen kaynakların arttığı görülüyor. Bu tablo yalnızca bir ekonomik tercihi değil, bir yönetim anlayışını da yansıtıyor.
Zira devletin topladığı vergi vatandaşa hizmet olarak dönmüyorsa, orada mali disiplin değil, mali körlükten söz edilir.
Oysa devletin asli görevi, vatandaşının cebindeki parayı korumak ve onu üretim ile refah döngüsüne kazandırmaktır. Son yıllarda atılan adımlar ise tam tersine, vatandaşın cebindeki son kuruşa kadar hesap yapan bir yönetim refleksini gösteriyor.
Vergi tabanını genişletmek yerine vergiyi derinleştiren, üretimi teşvik etmek yerine tüketime yüklenen politikalar, halkın yükünü hafifletmiyor; bilakis artırıyor.
Ekonomi sadece rakamlarla ölçülmez. Bir bütçenin adaleti, kime ne kadar pay ayrıldığıyla belli olur. Eğer emekliye yapılan zam enflasyon karşısında anlamını yitiriyorsa; tarımsal destekler kâğıt üzerinde kalıyor, köylü tarlasını ekmekten vazgeçiyorsa; yatırımcı belirsizlikten ürküp beklemeye geçiyorsa, o zaman büyüme rakamlarının bir anlamı kalmaz.
Devletin bugün ihtiyaç duyduğu şey yeni vergiler ya da yeni gelir kalemleri değil; yeni bir güven anlayışıdır. Vatandaşın cebindeki paraya göz diken bir devlet, önce kendi harcamalarına, önceliklerine ve şeffaflığına bakmalıdır.
Çünkü güven kaybolduğunda, yalnızca ekonomi değil, toplumsal sözleşme de sarsılır.
Unutulmamalı ki; Devlet ile vatandaş arasındaki ilişki bir çıkar değil, bir güven ilişkisidir. Devletin gözü vatandaşın cebinde değil, refahında olmalıdır. Aksi hâlde, “kaynak yaratmak” adı altında yapılan her düzenleme, bir sonraki krizin habercisi olur.